Çikolata, Çocuk ve Devlet

Ölümün, on üç yaşında bir çocuğa uğramasının haberi üzerinden birkaç gün geçti. Her şey gözümüzün önünden geçip giderken, arkasından bakarak yaşamayı beceren bizlerin o soğukkanlılığı, ne kadar da işlevli, değil mi zulmün elinde?
Babasının, “Kızım daha küçük bir çocuk. Silahı eline bile alsa silah ondan büyük olur. Bunun yanı sıra onun sesinden bile korkar. Ama gelin görün ki biz hepimiz onlar için bir örgüt üyesi, onlar için bir teröristiz.” diyen sesinin, bir Kürde ait olmasına duyulan suskunluğa, kaç yüz bahanemiz var, kim bilir.
Sesin acısı, sizden, bizden, bizlerden ne kadar uzak olursa o kadar “mutlu” olunduğunu kafamızı gözümüzü kıra kıra öğretmiş değiller. Yanı başımızda bir başkasının bedenini parçalayıp önümüze atarak terbiye ettiler gözümüzü, dilimizi, kulağımızı, vicdanımızı. Mutluluk, bahanelerden kurulmuyor mu zaten bu ülkede? Her zulme bulunan bahane, hayatımızı “huzur” içinde sürdürmemizi sağlamıyor mu zaten?
Devlet eliyle terbiye edilmiş sesimizin, ezenden daha çok ezen, horlayandan daha çok horlayan haline dönüşmesi birden bire olmadı elbette. Zulmün yancısı, gönüllüsü olmuş medyası, aydını, yazarı, sanatçısı, hukukçusu, tarihçisi ile başlar bu hikâye. Yeni, birden bire, bu iktidarla olmuş, yaşanmış da değil; bilesiniz.
Öncekiler ve ondan öncekilerin el birliği ile bu iktidara teslim ettikleri bir mirastır alçaklık. Dün o mirası tepe tepe kullananlar, bugün sanki hiç kendileri ile ilgili değilmiş gibi, ellerini temizliyorlar yaşananların üzerinden.
Doksanlarda attıkları manşetlerine, yazdıklarına, medya patronlarının prensi olmak için birbirlerini yedikleri günlere dair tek bir özeleştiri vermiş değiller. Devletin suçlarını örtme becerileriyle tırmanıyorlardı o merdivenleri… O günlerde de “sözde” diye geçerdi Kürdün acısı, kanayan yarası, kaybedilen, asit kuyularında eritilen, panzerlerin arkasında sürüklenerek teşhir edilen bedenleri. Bugün de “sözde” diyerek geçiriliyor haberlere, manşetlere, köşelere…
Seslerini duyduğumuz, pırıl pırıl, aksansız Türkçe konuşan “modern” askerlerin “teslim olun” şefkati, nasılda süslüyor gazetelerin ana sayfalarını yine.
Çatışmaların arasından çıkarılan bir çocuğu, annesinden ayırıp, eline tutuşturulan iki çikolatayı “korkma ye, o çikolatalar senin” diyen askerlerin o şefkatini, nasıl da içimize bayıltarak düşürüyorlar. “Korkma ye, senin onlar” sözlerinin arkasından duyulan bomba, silah sesleri, asla bozamıyor mizansenin ahengini ama korku gerçek bu hikayede. Korku, çocugun gözlerinde…
Çocuk ve çikolata, çikolata ve çocuk, kameralar, şefkat dolu eller, okşanan baş… Ya çocuğun annesi, çocuğun annesi nerede? Anne, “terör” sorgusunda.
Peki, on üç yaşındaki çocuğu kim öldürdü? Kim öldürdü Fatma’yı? On üç yaşında bir çocuğun cesedini “terörist” diye kim attı babasının önüne? Genelkurmayın “etkisiz hale getirildi” dediği “teröristler” içerisinde kaç çocuk var? Onları, cebinde çikolata, şeker taşıyan askerler öldürmüş olamaz, değil mi? Yok, yok olmaz. Cebinde çocuğu için çikolata taşıyan ve çocuğunun sevincini, mutlulukların en büyüğü olarak gören bir baba, babalar bunu yapamaz, kıymaz çocukların canına!
Batının göz şefkatine, JİTEM, JÖTEM, PÖH’ün cebinden çikolata yiyen çocuk, sorgusuna ise anne düşüyor.
Babası çırılçıplak bir duvarın dibine dizilip teşhir edilenlerin arasında mı? Abisi yanmış ve tanınmaz hale gelmiş olarak bir morga da mı? Bunu düşünmek, devletin “iç düşman” kategorisine girmek oluyor elbette.
Kürtler, yıllar, yıllardır akıbetini sorgulamadığınız, sorgulayamadığınız bir halktır. Çocukları yakılmış, dilleri yasaklı, ölümleri sıradan, elleri kelepçeli ve evi, damı yakılmış, ocağı söndürülmüş o görüntülerin arkasında ise bizim gerçekliğimiz bulunmaktadır. O gerçeklik, yapılan tüm zulmün ortağı olduğumuzdur.
İkiyüzlü ve sahtekâr duygularımızı, kutsadığımız “kardeşlik” söyleminin ardına gizliyoruz. Bizim istediğimiz, onların başkaldırışının yenilgisidir.
“Kürtlerle mücadele bizim işimiz” diyerek, devlete mesaj verme sırasına girenlerin oluşturduğu kuyruk öyle uzun ki… “Nazar değmesin, kırk bin kere maşallah” diyerek, tükürüklüyorlar birbirlerinin yüzlerini.
“Emperyalizm ile işbirliği yapıyorlar” diyen az gelişmiş solcusu, “bölücü terör örgütü” diyen milliyetçisi, “devlet yıkılırsa hepimiz altında kalırız” diyen ulusalcısı, “din ve devlet düşmanı bunlar” diyen İslamcısı… Hepsi bu yenilgiyi bekliyor ve bu yenilginin gerçekleşmesi için kuşandığı dilini, söylemini Kürdün üzerine salıyor. “Cumhuriyet ve laiklik gerici tehdit altında” derken bile, tehdidin bir ucu olarak Kürtleri işaret etmeyi asla, ama asla es geçmeyenler de cabası…
Anlayın ki, devletin cebindeki çikolatalar onlar.
“Kızım daha küçük çocuk” seslenişini duydunuz mu?
On üç yaşındaki kızının ölü bedenini teşhis eden, etmekle yüz yüze bırakılan onlarca babadan birinin sesi o.
Rozerin, hani şu Nazım’ın “Yaşamak” dizelerini okuyan kız var ya… Onun da annesi, arıyor hala kızının cesedini.
Devlet, bir cebinde çikolata, diğer cebinde ölüm sunuyor. Batıdakilerin gözlerine çikolata, bizim, bizlerin gözlerine ölüm sokuluyor.
Bu arada, Kürtler yenilmemiş hala…
İşte bu kadar…