Devran, Nar Bülbülü ve Aşk

Devran, Nar Bülbülü ve Aşk

Şiir okuyordu bir adam. Bardakta buzlar çatırdıyordu. Sessizlik çöküyordu ve o vakit herkes içinde biriktirdiği hasrete dönüyordu yüzünü.

Herkesin hissettiği ama kimsenin kimseye ilişmediği bir sessizliğe…

Gözyaşlarının içe aktığı her yerde, buğulanır ya gözler,  söyleyemedikleriniz sıkıştırır ya dilinizi, öyle bir zaman dilimidir işte o AN.

İçinizde salıncağını kurmuş, sallanır ah’larınız. Sırtınıza inen ürperti bedeninizi ele geçirdiğinde, tepeden tırnağa gerilir teniniz, atar içinizin dikişleri ve kanasın istersiniz, kanasın da döksün içini.

Oysa olmaz hiç biri.

Bardakta çıtırdayan buzlar gibi karışırsınız sözün hürmetine ve şiir okuyan o sesi, kaldığı yerden devralırsınız;

“Merdivenleri mahkûmlar çıkıyordu.
Şakalaşıp
gülüşerek.
Üç erkek
bir kadın
ve dört jandarma.
Erkekler kelepçeli
kadın kelepçesiz
jandarmalar süngülü.

Merdivenler üstünde bir kayısı gülü
Bir cıgara paketi
Bir gazete kâadı.”

Buzlar eridi, soğudu su ve terledi bardak, dışarısı karanlığa çekildi ve “akşam erken indi” ve hapishanelerde dostların sözü, kelimeleri, cümleleri damdan dama atlayarak, bir havalandırmaya düştü. Demir kapıların sürgüleri büyük bir gürültüyle kapandı.

“Hadi evimize gidelim Anne” dedi çocuk. Annesiyle beraber kaldığı koğuşu evi sanıyordu artık. Sarıldı Burcu kızına. “Burası bizim evimiz değil kuzum” diyemedi. Varsın öyle sansındı, bir çocuğa nasıl anlatılırdı ki cezaevi?

Anlatılmazdı elbet.

Bir masal değildi ki cezaevi ve tel örgüler bir “dilek ağacı” gibi kaç yüz umudu bağlamıştır kim bilir kendine.

Anlatılamazdı elbet ve varsın öyle sansındı. Hayalleri tel örgülere takılmazdı belki o zaman.

Tuttu elinden sımsıkı, yürüdüler “evlerine”

Sessizlik çöküyordu bazen ve o vakit herkes içinde biriktirdiği hasrete dönüyordu yüzünü. Herkesin hissettiği ama kimsenin kimseye ilişmediği bir sessizliğe…

“Devran” içini açmış bekliyordu ve hikâyelerin buğusuna herkes kendi içinden geçeni çiziyor olmalıydı.

“Koşarak geri tepeye çıktığımda alevler göğe kadar yükselmişti. Üç ardiye de cayır cayır yanıyordu. Perihan hiç değilse bu gece üşümeyecekti”

Ben de o tepeye tırmanıp seyrettim. “Perihan hiç değilse bu gece üşümeyecek” dedim içimden.  Orhan’ın aşkı tutuşturmuş ve ısıtmıştı kışın ayazını. Göze almaktı aşk, iyi olanı yapmak ve onun uğruna dövüşebilmekti. Dövüşmüştü Orhan. İtiraz etmiş, direnmiş ve bir şey yapmıştı. Hiçbir şey yapmamaktan daha iyi bir şeydi bu. Susmaktan, görmemezlikten gelmekten daha iyi bir şeydi kuşkusuz yaptığı.

Göze alınmayan ne çok aşk yalnız bırakılmıştır kim bilir?

Sayfaları çevirdikçe, hiç yalnız bırakılmayan aşkların cümleleri sarıyor insanı.

Sıradanlaştırılanların, ötekileştirilenlerin sevdaları, yalın, utangaç, çıplak ve en çok da “BİZ”

Aşkı, sarayların, kralların, sultanların, prenslerin ulaşılmaz kıldıkları yerden alıp, insana veriyor “Devran”

Bozuyor sarayların büyüsünü.

Yakıp sarayları, saltanatları “en azından bu gece üşümeyecek HALK” diyor.

Her hikâyede, AŞK bir özlem olup, dışarı taşıyor. Hasret, kahramanların dilinden içimize sızıyor. Anlıyor ki insan, özlem büyük, derin, coşkulu, umutlu ve en çok da bekleyene aşık.

Sessizlik çöküyordu bazen ve o vakit herkes içinde biriktirdiği hasrete dönüyordu yüzünü. Herkesin hissettiği ama kimsenin kimseye ilişmediği bir sessizliğe…

Masanın dibinde bir kuş beliriyor. Ayaklarımızın arasından korkmadan seke seke geçiyor. Biraz uzaklaşıp bize bakıyor. Kendi etrafında dolanıyor, kızıl gerdanlı göğsünü kabartıp bakıyor cevresine.  Meraklı gözlerimize bir “yabancı” cevap veriyor.

“Robin” diyor bu kuşun ismi.

“Nar Bülbülü” diyor içimizden bir ses.

“Devran” diyorum ben de.