En tehlikeli açlık, örgütsüz olandır

En tehlikeli açlık, örgütsüz olandır

Hayata, ülkeye ve insana dair kaybettiğimiz her şeyin ve geri kazanamayışımızın ve iktidar kültürüyle ele geçirilmiş olmamızın örneği en çok dilde çıkıyor.vHayatı, siyaseti, edebiyatı, sanatı üç beş cümle ile tarif ediyoruz artık. Konuşacak şeylerimiz, sorularımız azaldıkça ve sürekli tekrarı yaşamaktan kurtulamadıkça, aynı döngünün içinde hep başa sarıyoruz. Tıpkı seçimler gibi.

Hayatımızı birer kopyala yapıştıra dönüştüren iktidarın başarısı bu. Kendisine benzeştirdikçe güçlenen ve güçlendikçe daha çok benzeştiren siyaseti, hepimizi dilde sıkıştırıp kırdırdı önce. 
Biz zayıfladıkça, en önce kelimeler düştü sonra cümleler, sonra onların sahipleri. Karşıtından beslenen ve ondan nasiplenen bir “kazanç” kapısı oluştu böylece. Kimi kitabını, kimi siyasetini, kimi yazısını, kimi başkalarının acısını ve derken kocaman bir pazarlamacıya dönüştü cümleler. Vitrinini, duruma, sürece göre yenileyenler, her dönemde hayatta kalarak, kullanışlılık mertebesini taçlandırdılar.
Her ne olursa olsun hayatta kalmanın benzeşmekten geçtiğini hızlı fark edenler, en önce geçmişe söverek başlıyorlar işe. Sövüyorlar, çünkü “geçmiş” yüzleşmenin en etkili aracıdır. Yüzleşmek istemeyen herkes, kendi geçmişini öldürmekle başlar cinayetlerine. 
Nefret kapısı açıldı bir kere ve içimizde sakladığımız ne kadar kötülük varsa dışarı fırladı. İyilik ile kötülük arasında kurduğumuz iç dengemizin ne kadar zayıf olduğuna da tanıklık ettik hep birlikte. 
Siyaset, dışarı fırlayan bu nefreti besleyip, toplayıp, kendi çıkarlarına uygun kanallara akıtıyor sadece. 
Seçimden seçime umutlarını tazeleyenler artık yorgun. 
Başlarına her şey ama her şey gelmişken, “artık gelmeyecek” diyen “stratejik” yalanın da bir hükmü yok. 
“Açım aç” diyen bir insanın sesi, milliyetçilik, şovenizm, vatan, millet, bölünmez bütünlük üzerine kurulu o yağma ve talan kolonlarını komple çökertebilir lakin en tehlikeli açlık örgütsüz olandır. 
Bir işsiz kendini ateşe veriyor. 
Bir başkası intihara düşüyor.
Bir başkası takip ediyor onu, sonra bir başkası ve birileri “oy verin değişecek her şey” diyor. 
Cumhur İttifakı aynı yalanı sürekli söyleyerek, Millet İttifakı ise karşıt yalanı sürekli tekrar ederek inandırmaya çalışıyor hepimizi ve gerçekten elle tutulur bir muhalefetin en ağır bedelini ödeyenler ise hesaplaşmayı kendi alanlarına yığınak yaparak ‘çekiliyor’ lar.
Aşağıda ise kontrolsüz bir nefret şiddete bileniyor. Kime yöneleceğini hesap etmek zor değil. 
Elbette en güçsüz gördüğüne yönelecek o öfke. Kâh milliyetçilikte coşacak, kâh dinde, kâh iktidara yönelecek ama güçsüz ve örgütsüzler en önce kendilerinden daha zayıf olandan çıkarırlar hınçlarını.
Bunu bilenler, onlardan daha zayıf olanları öne atar ve halk birbirini kırarken, kendi hesaplaşmalarını görürler. 
“Acının dili, dini, milliyeti sorulmaz” derken, 
Suriyeli göçmenleri taşlarken bulacağız en yakınımızdakileri,
Bir Kürdün ölü bedenini topraktan çıkarırken,
Bir kadına tecavüz edip, paramparça ederken, 
Bir çocuğu katledip, yanına silah bırakırken,
Bir gazeteciyi kurşunlayıp, ensesine tetik düşürürken,
Bazen “sarhoş”, bazen “akli dengesi” yerinde olmayan, bazen “milli hassasiyet”, bazen ve çoğu kez “vatanperver duygular” olarak akıtacaklar “canım her ülkede oluyor bunlar” onayını. Elinizi linçe kaptırmaya görün, ne yüreğiniz, ne aklınız kalır. Kaptığını çekiyor aşağıya bu zulüm ortaklığı. Tekmeliyor, tepeliyor, sürüklüyor, aşağılıyor, tükürüyor ve yüzüne sıçrayan kanı biraz daha fazla görünür hale getirip, kahramanı oluyor siyasetin. 
Az buçuk devlet yalamışlığınız da varsa, gerisi çok kolay oluyor. 
Ve bizler, nefret kapılarının açıldığı ve herkesin herkesi kendisine benzeştirmeye çalıştığı bu ortamda, içine çekildiğimiz karanlığa karşı kaybettiğimiz yerlere dönüp bakmadıkça, kim kazanırsa kazansın onun “kaza kurşunu” olmaya devam edeceğiz. Ve en çok şikâyet ettiğimiz o riyakârlık, bu kadar çoğalıyor, en sağından en soluna kendine bir yer bulabiliyorlarsa, bu onların çok yetenekli olmalarından değil, bizim içine sürüklendiğimiz nefret sarmalından çıkamayıp, nabza göre şerbet veren popülist tuzaklamalarına sürekli tav oluşumuzdandır. İnsanların yaşam ağrısını ekmek, sebze sırasına dizenler, insanların onuru kırıldıkça itiraz etme güçlerinin de kırıldığını biliyorlar. 
“Makarna, kömür için oy veriyorlar” diye küçümseyerek ve şimdi oluşan kuyruklara bakıp “oh olsun size” deme fırsatını kaçırmayarak, aslında kendisi olana duyduğu nefreti dışarı taşıranlar unutmasınlar ki, o açlık ve yoksulluk, tarihin tekerliğinin kimden yana döneceğini belirler. Uzaktan izlediğimiz biziz ve bizim geleceğimiz. 
Ve unutmayalım ki, kendimizi onlardan farklı sanmamız, bizi içine koydukları bir yanılsamadan ibaret. 
Tüm bu hikâyede kimi içimizi şişirerek, kimisi ise gazımızı alarak yürütüyor gemisini ve biz bundan bağımsız değiliz. 
Oradan çıkmamızı istemiyorlar. 
Ondan beslenen, büyüyen ve kendine iktidar alanı kuranlar için bu hal olmazsa olmaz bir varlık nedeni. Başkasının varlığına, şartsız, koşulsuz kendi varlığını kurban etmeye kuşaktan kuşağa “gönüllü” yemin ettirdiklerinden, şimdi “devletin bekası” için varlığını armağan ederek fedakârlık yapmalarını beklemeleri arsız bir talep olsa da, sürekli karşılık bulması onlar için oldukça cesaret verici.
İçeride ve dışarıda düşman hiç bitmiyor ve bununla bağlantılı “beka” sorunu da. “İç ve dış düşmanlar” söylemi açlığın ve yoksulluğun sesini bastırırken, “beka” ise yağma ve talanın devamlılığını sağlıyor. 
Yine “beka” hikâyesinin tam ortasındayız ve hepimizi aynı kuyruğa sokmak için acımasız bir siyaset örülüyor. Kim kazanacak diye beklemek bu yüzden çok anlamsız artık.