HDP’ye Kefen Biçmek

HDP’ye Kefen Biçmek

Dört bir yandan ağzımızı kapatıp, devletin ve iktidarın zulmüne, “milli” diyerek susmamızı emrediyorlar. Dört bir yandan, Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin, bütün imkânsızlıklar ve saldırılar altında meclise soktuğu HDP’yi yerden yere vurmamızı, “milli” alana çekerek, iktidarın Kürtlere karşı yürüttüğü savaşı alkışlamamızı istiyorlar.

“Bu mu Türkiyelileşme?” diyorlar. İktidarın ağzından kaptıkları cümleleri keskinleştirip, boğazına dayıyorlar HDP’nin.

Ülke cehenneme dönmüş. Her “demokrasi, özgürlük” diyenin kelle koltukta yaşadığı bir atmosfer var. Adı cumhuriyet, yönetim biçimi demokrasi olarak anılan bir ülkede, “ikisine dair ne var?” diye sorsan, hiçbir şey söyleyemeyecek, sayamayacak olanlar, HDP’nin politik duruşuna hücum ediyor.

HDP, düşüncelerinden, anlayışından, ilkelerinden ve taahhütlerinden tek bir geri adım atmış değil. Dün ne dediyse, bugün de aynısını, ilkeleri üzerinden söylüyor. Sistem dışı konuşuyor, davranıyor ve kendini tarif ediyor olması, iktidara ve sisteme yamanan, net bir duruşu olmayan, ilkelerini günlük siyasetin iniş çıkışına göre değiştirenleri tavır almaya zorladığı için, bir feryat, bir figan “Türkiyelileşme bu değil!” diye bağırıyorlar.

Sorunu, devletin üsttenci, ırkçı, şoven anlayışının kemikleştirilmiş olmasında ve dahi bundan beslenen asalak bir zümrenin varlığında ve politikasında değil de, en vahşi, adaletsiz ve ölçüsüz saldırılara maruz kalarak, ısrarla barış, çözüm ve demokrasi siyaseti yapmaya çalışanlarda aramak, tıpkı sistemin kendisi gibi çürük kokuyor.

Bu akıl yolculuğu sizin değil, sistemin çizdiği sınırlar içinde yaşamayı, düşünmeyi, ifade etmeyi içselleştirmiş ve bunu hiç sorgulamayarak “normal” kabul etmiş bir anlayışın sonucudur ve korkaktır. Entelektüel bundan arındıkça entelektüeldir. Bu durumla hesaplaştığı için ‘aydın’dır. Yoksa herkese akıl verip, “görmüyorsunuz, anlamıyorsunuz” demek değildir. Öyle olsaydı, ne bu ülke bu durumda olurdu ne de biz bu sorunların muhatabı olurduk.

“Terör saldırısını kınama” metni hazırlayıp altına imza attılar. AKP-CHP-MHP imzalı kınama metni ile ortaya çıkıp, “HDP imzalamadı” yaygarası ile, “bakın görün, terör destekçisi bunlar” koşuşturması ile ortalığa döküldüler. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” diye başlayan o malum devlet ezberi var ya hani, her türlü suçlarının, hırsızlıklarının, talanlarının ve sebep oldukları katliamların üstünü örttükleri o “beraberlik” var ya, işte o cümlenin kendisidir asıl sorun. Bunun üstünden uzun atlamalar yapmak nasıl da işimize geliyor…

Metnin içine, Diyarbakır, Suruç, Ankara Garı, Sultanahmet saldırılarını ve katliamlarını da koyalım. “Yok olmaz.”

Mecliste, bu terör saldırılarının hepsi için araştırma komisyonu kuralım. “Hayır olmaz.”

Beraberlik var evet. Yağma ve talanda, hukuksuzlukta, eşitsizlikte, sistemin mabadını her ne olursa olsun korumada var  “beraberlik, birlik.”  Bunların hiç birinde yok diyebileceğiniz örnekler var mı elinizde?

Katledilene, dili, kültürü, onuru, doğası, hakkı, hukuku yağmalanana sıra gelince, o birlik beraberlik nutku bir anda “mihrak” söylemi ile yer değiştirmiyor mu? Türkiye’de hak ve özgürlükler mücadelesi verip, “mihrak” saldırısına uğramamış kimse kaldı mı?

“Alçaklık” mevzusunda, kimsenin eline su dökemeyeceği bir ülke Türkiye.

Bu konuda en profesyonel alan medyadır maalesef. Alçaklıklarını sürekli bir başkasının duruşu, direnişi üzerinden aklamayı meslek edinmiş olanların, sistemin ağzından çıkana göre konumlanıp, en yakınında üstüne basacağı, ezeceği kurban edeceği birilerini bulması da bu alçaklığın bir yansımasıdır.

Her ne olursa olsun, sidikledikleri alanlarını korumak, ne denilirse yapmak, ne bekleniyorsa cevap vermek ve bunları yaparken, yazıların, haberlerin içine milliyetçi gurur tahsis ederek “atar” yapmak, her dönemde geçerliliğini koruyan bir yöntem. Çünkü ülke ekseriyeti sağcıdır ve kendileri de bu sağcılıktan beslenmektedir.

Neyi konuşup, konuşmayacağımızın, neyin üstüne gidip gitmeyeceğimizin talimatnamesini apoletli, parti amblemli emirlerle medyaya geçenlerin, bulundukları yerde hemen talimatnameye uygun mevzilenip, yazılarını mermiye, bombaya, linçe ve yok etmeye dönüştürmelerindeki o milli ahengin nedeni belli: Güç ve Para. Bu ikisi, insanı alçaklığın dibine doğru çeker, boğdurur ve sisteme amade eder. Yoksa balı tutturmaz, parmağınızı da yalattırmazlar.

Bir bodrumdan, yüzlerce katledilmiş, yakılmış insan bedenleri çıkarıldı. Gözümüzün önünde oldu hepsi. Çıkarılan insan bedenleri altı ayrı şehre dağıtıldı. Aileler,  evlatlarının, yakınlarının cesetlerini teşhis etmek için dolaşıyorlar hala. Bir şehirden diğer şehre yüzlerce aile, her bir cesede tek tek bakarak geçiyor önlerinden. Bu nasıl bir duygudur, biliyor musunuz? Kimi kendi evladı, kimi komşusu, kimi akrabası, eşi, dostu…

Günler önce, Cizre’de o bodrumun içinden, “Bizi öldürecekler, sürekli bombalıyorlar, bina çöküyor” diye diye, diye diye öldüler. Yetmedi, yaktılar hepsini.

Bitti mi? Hayır.

Çocukların cesetleri, sokak ortasında kaldı günlerce. Anaların, gençlerin, çocukların sokak ortasında kalan bedenleri, soğudu, çürüdü, koktu.

Bitti mi? Hayır.

Panzerin arkasında sürükledikleri ölü bedenlerle, nasıl eğlendiklerini gördük. Kadın militanların, giysilerini soyup, çırılçıplak teşhir edip,  “leş” diyerek önümüze atmalarına şahitlik ettik.

Bitti mi? Hayır.

Sosyal medya hesaplarından, katledilmiş insanların resimlerini, dişlerine değen Kürdün kanını ve kopardıkları insan uzuvlarını sergileyip, “Türk’ün gücü” patentli zulümlerini, “seni seviyoruz uzun adam” eki ile milliyetçi, ulusalcı, İslamcı ortaklığa nasıl pay ettiklerini yaşadık. Ağzına bir parmak kan sürülenlerin nasıl “en mutlu günlerini” yaşadıklarını açıkça itiraf ettiklerini okuduk.

Sıkıysa, Kürde reva görülen bu zulmün adını koyup, “lanet olsun bu anlayışa, bu iktidara” diyerek bir efelenseydiniz.

Bir milletvekilinin taziye ziyaretini ana eksene koyarak, “Halkların demokratik canlı bombası” benzetmesi ile hünerlerinin fermuarını iktidara indirenlerin, çatışma bölgesine, iktidarın emriyle sevk ve idare edilen kelli felli gazetecilerin, yaşanılan yüzyıllık soruna “Kürtlerin özyönetim hastalığı” diyerek, devletin hastalığını gözümüzün önünden çekenlerin, “HDP intihar etti” diyerek tüm bu yaşananlara “benmerkezci” analiz çeperinde akıl yürütenlerin, “Sol, Kürt hareketinden hızla uzaklaşmalıdır” fetvası ile tırnaklarını çıkaranların ve bitmek tükenmek bilmeyen sağlı, sollu tüm “vuruşların” hedefinde bir tuhaflık yok mu?

Bu, arka arkaya kuyruğa girmiş “akıl” yolculuğunun, iktidarın söylem ve politikalarıyla paralel bir hatta gidiyor olmasında, “bugünler geçer ve yazdıklarımızın altında kalırız” tarzı bir utanma duygusu hiç mi taşınmıyor?

Hayır.

“Nasıl olsa iki günde unutuluyor, üstüne zamanlaması çok iyi bir iki insan hakları yazısı attırdım mı kervan yürür” deniliyor. Hep böyle olmuş çünkü. Hep böyle olmuşluğun verdiği bir yanılsama bu.

Hayır, unutulmayacak. Sizler de unutulmadığını göreceksiniz.

Yanık insan kokusu yapışıp kalır insanın üzerine ve her vahşette bulunduğu yerden çıkarak, sessiz kalanların yazılarına, çayına, kahvesine, yemeğine, giysisine mutlaka, ama mutlaka siner.