Hiç kimse olmak, hiç kimse kalmak

Bu ülkenin sokaklarından, caddelerinden, mahallelerinden bir anda göze görünmez kılınıyor insanlar. Kaçırılıyor, kaybediliyorlar.
Arkalarından eşleri, çocukları konuşuyor. Acılı seslenişler, devletin kapısına çarpıp geri dönüyor.
Hiç kimse değilmişsiniz gibi kalıyorsunuz kendi yokluğunuzda.
“Nerede olduklarını söylemiyorlar” diyen sesler, bir yudum çare aranıyor.
Her Cumartesi bir kayıp yakınının dilinden, gözlerimize düşerek çoğalan o seslenişi duymayan kalmış mıdır bilmiyorum ama hiç duymamış gibi yapanın bile içinde, bir yerlerde tutunmuştur o AH eminim.
Bu ülkenin görmezden geldiği ah’ları, çığlıkları, gözyaşlarını toplayabilseydik eğer vicdanlarımıza, hiçbir kötülük karşımızda diklenemezdi böyle ve yüzleşebilseydik, bahanelerden yalan hayatlar kurmazdık kendimize.
Kendimizden olmayana yaşatılanları hak görmez, insafsızlığa böyle teslim olmazdık. Nerede teslim olduysak, orada kırıldı sesimiz. Nerede sesimiz kırıldıysa orada düştü hayat ve nerede düştüyse hayat, orada bir cinayetimiz oldu ve gömerek sakladık bir başkasınınkinin yanına.
Böyle çoğaldı isimsiz mezarlar. Sesimizi, avazımızı gömdüğümüz yerde yani.
Kazısak içimizin ölü toprağını, alıp savursak, kim bilir ne kadar yarım bırakılmış, söylenmemiş söz, cümle, haykırış ve itiraz bulacağız. O gün söylenmesi, o gün dile getirilmesi gereken ama yapılmayan ne varsa, bugün yaşadıklarımızın vebalidir biraz.
Kimse ben suçsuzum demesin bu yüzden.
Nasıl hiç kimse olduğumuzu, nasıl hiç kimse olarak kaldığımızı bilmiyor değiliz. Hayatımızda neyi, hangi gerçeği saklıyorsak ondan mutsuz oluyor, hangi korkumuzla yüzleşiyorsak ondan huzur buluyoruz ama huzur bile yüzleşmenin bedelini istiyor bizden. Çünkü “borçluyuz hayata”
Sokaklarda insanlar,
İnsanlar sokaklarda öldürülüyor,
Çocuklar sokaklarda
Sokaklarda çocuklar öldürülüyor,
Sokaklarda kadınlar,
Kadınlar sokaklarda öldürülüyor ve her ölümde biraz daha kapanıyoruz hakkımızda belirtilen resmi görüşe.
Sonra, bir binadan genç bir kadın çığlığı düşüyor yere, iri bir gölge yılan gibi sokuluyor bir çocuğun odasına, bir el bir kadının sesini kapatıyor bedenine, bir tutsağın son nefesi hücrede kırık bir aynada buharlaşıyor, bir hırıltı kaplıyor geceyi ve duvarın öteki tarafından duyulan her sesi bastırmak için, yükseliyor televizyon kanalının eğlence sesi.
Ertesi güne “hayat” diyoruz ve böyle yaşamaya da “insan” olmak!
“Temas yok yalnız, temas yok” diyen sesin içimizdeki halidir işte bu.
İnsan içine hapsedildiği tecridi kıramadığında, bir başkası olmak için çabalar, herkesle ve her şeyle benzeşmek için geçer hayatı. Olamadığı bir tek kendisidir.
Oğlu açlık grevinde olan bir annenin, önüne dikilen polise “sen de açlık grevi yapsan, senin için de ağlar, bağırırım” diyen sesinin heybesindeki o vicdanı ve kendi tecridini kırıp aşmış o gücü bulabilsek biraz, yıkacağız birbirimizin etrafına örülen duvarları. Lakin önce duymayı yeniden öğrenmemiz gerek. Yeniden kulak kabartmayı, yeniden yüreğimizi açmayı, yeniden birbirimize güvenmeyi, yeniden sevmeyi…
Nerede haksızlık varsa, nerede acı, çığlık varsa, kime yapılıyor diye bakmadan insanın hakkına, hukukuna mesafelenmeden durabilirsek, ne bir anneye “Terörist annesi” diyecek, ne de başkalarının çocuklarının ölü bedenleri üzerinde yükselen o iktidarlara kanacağız.
Kendi iktidarları için “kahraman” ve “hain” yaratarak gizledikleri o günahlarını, suçlarını görmeye başladığımızda, kımıldayamayacak hiç biri hakikatin karşısında.
Yalan bu kadar büyüyebiliyorsa, bu kadar gözleri karartabiliyorsa, biz hakikati yere düşürdüğümüz içindir belki de. Onu yeniden ayağa kaldırdığımızda, neler yapabileceğimizi görmüş olmamızı unutmazsak eğer, hep beraber “DUR” dediğimizde, “HAYIR” dediğimizde, düşecek biraz daha kötülük yakamızdan.
O gün “Devran” olacağız.