Katil yaratan karanlık

Katil yaratan karanlık

Rakel Dink’’in sesi yankılanıyordu. Acıyı yüreğine yükleyen sesin dingin öfkesi, hayatından koparılan canın içinden geçiyor, başka canların yüreğine, aklına kendini emanet ediyordu.
O sesin yüzleşmeye çağıran cümleleri, başka hayatları kurtarmanın, başka hayatlara umut olmanın ve başka hayatlara acı düşürmeden yaşayabilmenin çaresini sunuyordu kendini dinleyenlere.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” diyordu Rakel.
Karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamayacağına defalarca kez tanıklık etmiş bir ülkenin insanlarıydık ve ne zaman sorgulamaya kalksak, yok ediliyorduk.
O karanlık, resmi açıklamaların içinden yüzümüze meydan okuyordu her defasında. Her defasında “Herkes haddini bilecek” diyerek diş aralığından tıslıyordu ortalığa.
Sonra,
Bir mermi olup enselere düşüyor, yumruk olup karın boşluğuna iniyor, sopa olup kemikleri kırıyor, galeyan olup linçe çekiyor, işkencecinin elinde kerpeten olup etinizi koparıyor, zırhlı bir araç olup bedeninizi sürüklüyor ve en son hukuksuzluk olup üstünüzde tepiniyordu.
Sonra,
‘Vatanın bölünmez bütünlüğünde’ paramparça edilmenize “bir millet uyanıyor” şiarı çekenler , “elleriniz dert görmesin” adlı “milli mutabakat” desteğinde buluşuyor, karanlığın rant paydaşlığında uzlaşıyorlardı.
Bize, yani geride kalanlara ise karanlığın içinde izleri takip ederek, gerçeğe, hakikat arayışına uzanan bir mücadele düşüyor ve o arayış haftalar, aylar, yıllar derken hafızalarda silinmeye yüz tutmuş bir “karanlık olay” olarak, acının tarihinde yerini alıyor.
“Böyle olmamalı” diyenlerin çığlıkları, zamanla cümlelerin, ifadelerin yüzüne eklenen kırışıklıklar olarak kalıyor. Hakikat arayışında edinilen her kırışıklık, insanın acılarından kalan bir çiziktir biliyoruz. “Ne çok şey yaşamışız” diyenlerin hafızasında, geçmişi de, geleceği de bulmak mümkündür bu yüzden.
Linç bir suikasttır aslında. Haysiyeti hedef alır bazen. Hakikate ulaşmaya çalışmanıza, sözünüzün doğruluğuna, emeğinize, kaleminize, düşüncenize, özgürlüğünüze ve en çok canınıza diker gözlerini.
Gerçeği yok etmenin, peşine düşenleri susturmanın ve karanlığın kör ediciliğini tüm toplumun üstüne örtmenin bir aracıdır o.
Sizden “Terörist” çıkarırlar. “Vatan, millet, din düşmanı”, “Bölünmez bütünlüğe kast eden” ve bir günde “sözde” olursunuz. Üstünüze atılı resmi ithamlardan nefret üretirler, sonra o nefreti manşete çekerler, organize kötülüğün çarkı dönmeye başlar böylece.
Hiç “Allahu Ekber”siz linç gördünüz mü?
Siz hiç, “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganının geçmediği bir linçe tanıklık ettiniz mi?
Hrant, manşetlerle, haberlerle öldürüldü önce.
Tahir Elçi, ilk cümlesinde ölü ele geçirilmişti çoktan.
Siyasi linç Demirtaş’ın kapısını çaldığında, biliyorduk gelenin kim, kimler olduğunu.
HDP binalarının önüne, elinde balta, bıçak ve “yakın hepsini” çağrısıyla gelenleri tanıyorduk hepimiz.
Köşeye sıkıştırdığı bir insanı, sadece Kürt olduğu için üzerine çullanıp, bir büstü zorla öptürüp, kameraya çeken elin kime ait olduğunu da.
Her şey olup bittikten sonra, hiçbir şey olmayacağının sözünü veren yalan, bir sonraki linçin sözleşmesidir işte.
Kılıçdaroğlu, bir lincin tam ortasına böyle düşürüldü.
Ülkenin ana muhalefet partisi lideri, herkesin gözü önünde saldırıya uğruyordu. Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, İçişleri bakanı Süleyman Soylu ve Cumhur ittifakının ortağı Bahçeli orada yoktu. Öyle ya, tüm bunlar olurken, orada olmaları “şık olmaz”dı!
Lakin devletin temsili gücü, şehit cenazesi için oradaydı.
Kılıçdaroğlu, atılan pusunun ortasında kalmıştı.
Linç başlamış, bulduğu her boşluktan kafasını, kolunu, bacağını sokan bir güruh, zafer ganimeti olarak bir parça koparmak için harekete geçmişti. Her şeyin devletin izin verdiği ölçüler içinde olması gerekiyordu lakin iş çığırından çıkmış/çıkarılmıştı. Kılıçdaroğlu vücuduna alacağı bir bıçak darbesiyle, başına inecek bir sopa ve hatta “milli” galeyanını durduramayan bir tetikçinin silahından çıkan bir kurşun ile öldürülebilirdi.
Kim, kimler neyi planladıysa, karanlığın aralanan kapısını sonuna kadar açmayı hedeflemiş gözüküyordu.
Kendisinin, sürüklenerek bir evin içine alınması, kurulan oyunun henüz sonuçlanmadığını az sonra gösterecekti.
“Yakın, yakın o evi, yakın o Alevi’yi” diyen sese, tekbirler eşlik ediyor, linç kitlesinin eline ateş verilmeye çalışılıyordu.
Allahtan devletimiz soğukkanlıydı! Kılıçdaroğlu’na kamuflaj elbisesi giydirip, zırhlı bir aracın içine atarak götürmeyi planlamıştı. Aciz ve azılı bir suçlu muamelesini uygun görmüştü Kılıçdaroğlu’na. Madem burdan sağ çıktı, o zaman siyaseten öldürelim” denmişti anlaşılan.
Her şey gözlerimizin önünde oluyordu lakin “Türkiye ittifakı” demişken, “Demiri soğutalım” çağrısı yapılmışken, ne olmuştu da, Kılıçdaroğlu ölüm ile yüz yüze getirilmişti?
Neden Cumhurbaşkanı Erdogan, İçişleri bakanı Soylu ve büyük ortak Bahçeli cenazeye katılmamıştı?
Olacaklar biliniyor ve sonrasına mı hazırlık yapılıyordu, yoksa Erdoğan’ı da içine alan daha büyük bir tezgâh mı kurulmuştu?
Bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey var. O da her linçin bir siyasi hesapla organize edildiğidir ve Ahmet Şık’ın “ Türkiye’de devletten bağımsız provokasyon yapamazsınız. Her provokasyonun arkasından hep devlet çıkmıştır” sözündeki o “devlet” tam bizim gözümüzün önündedir ve hiç de kendisini gizlemeye çalışmamaktadır.
Bir ülkenin ana muhalefet liderini öldürmeye teşebbüs etmiş, onu planlamış, uygulamaya sokmuş bir “irade”, aynı zamanda içeride hesaplarını tamamlamış ve eyleme geçmeye hazır hale gelmiş demektir. Boşluğu dolduranlar, şimdi “namlularını” dolduruyorlar.
Ortaya çıkan bu gerçekliğin üstünü hızla örtmeye dönük açıklamalar ise “yasak savma” ortaklığında buluşmuş gözüküyor. Devletin kontrolden çıktığı görüntüsünü hızla sıvayıp, ittifakların el birliği ile durumu kotarmaya çalışmalarına elbette şaşırmayacağız.
Yüzleşmek yerine aklayan, sorgulamak yerine üstünü örten, hesaplaşmak yerine karanlıkla uzlaşan her şey ama her şey, yarınımıza tetik düşürmeye devam edecektir.
En başa, yani Rakel Dink’in “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” sözüne yüzümüzü döner ve kendimize mihenk taşı olarak alırsak, tek çıplak gerçeğin bu olduğunu anlarız.