“Kökünü kazımak”, köksüzleştirmek

Direnişler, toplumsal dönüşümü ve sürekliliği sağlayabildiği ölçüde, kalıcı kazanımların kapısını açarlar. Sürekliliğini sağlayabilmek ve ortaya çıkan vahşetin yaralarını, direnişin bir parçası olarak hızla sarmak da bu devamlılığın parçasıdır. Kürt yoksul emekçilerinin yıkılan evi, alınan canı, yakılan bedeni, katledilen bebesi, katillerin dilinde dolaşan, “yardım, iyileştirme” gibi onursuzluk vaatleriyle yüz yüze bırakılmamalıdır.
Yaşatılan vahşeti, sadece öfke ve intikam üzerine kurulu bir dille anlatmak, esas olanın gözümüzün önünden alınmasını da beraberinde getiriyor. Vahşetin tüm boyutlarını, bilimsel yöntemlerle ortaya koymanın, derlemenin, anlatmanın tüm direnişlerin en önemli parçası olduğunu ve tarihsel bir hafıza, bilinç için olmazsa olmaz olduğunu asla unutmamalıyız.
Gazetecisinden yazarına, tarihçisinden edebiyatçısına, sanatçısından yönetmenine, eli kalem tutan her bireye, hepimiz, hem direnişi, hem de uygulanan vahşeti, kaba, karşılığı olmayan propaganda dilinden arındırarak, geleceğe doğru aktarmakla yükümlüyüz. Doğru anlatılmayan her direniş güçsüzleşir, doğru anlatılamayan her devlet vahşeti, kitleler nezdinde normalleşir, sıradanlaşır. İktidar, elindeki tüm propaganda araçlarını, bunu yapabilmek için kullanıyor. Kırk yıldır, “köklerini kazıdık” söylemini bıkmadan, usanmadan tekrar etmeleri boşuna değil. Bu, “kökünü kazımak” ifadesini, bir halkı köklerinden (kültürel, sosyal, siyasal) koparmak, sahip olduğu direnme dinamiklerinin içini boşaltmak ve var olma nedenlerinden olan ortak ruhsal şekillenişi tırpanlamak olarak okursak eğer, daha sistemli, daha örgütlü ve daha gerçekçi bir karşı koyuşu örgütlemek zorunda olduğumuzu da anlarız.
“Köksüzleştirme” politikasına daha içeriden bakarsak, göreceğimiz şey, Kürt halkının, Kürt Özgürlük Hareketi ile olan bağını kesmeye dönük bir savaş stratejisi olduğudur.
Köksüzleştirme vahşetini, en çok kadın bedeni üzerinden yürütüyorlar. Çünkü en çok kadınlardan korkuyorlar. Evet, gerçek anlamda korkuyorlar. Kürt kadın özgürlük savaşçılarının, gerici faşist çeteler karşısında tüm dünyayı etkileyen cesareti, özgürlük kavramının elle tutulur en büyük sembollerinden biri oldu çünkü. Bir halkın dilini, kültürünü, varlığını inkâr edenler, Kürt kadınlarının özgürlük sembolü haline gelmesiyle, en büyük tarihsel yenilgilerini aldılar.
Kürt halkını tüm mücadele alanlarında köksüzleştirme ve direnişle olan bağını zayıflatarak, yalnızlaştırma ve imha etme politikası, hız kesmeden her alanda uygulanıyor. Kürt halkını, kendi örgütlü gücünden koparabildiği, sosyal, siyasal ve ekonomik olarak kendine bağımlı hale getirebildiği ölçüde, imhanın başarılı olabileceğine inanıyorlar. Barış sürecini, bu temelde yürüttükleri, özellikle kurdukları ekonomik bağlarla ve sus paylarıyla, bölgeye hâkim olmaya çalıştıkları bilinmeyen bir şey değildi.
Öcalan’ın sıklıkla gündeme getirdiği, Kürdistan’da komünal bir ekonominin ve kooperatif temelli modellerin geliştirilerek yaygınlaştırılması öngörüsü, sus payı politikasına karşı da, alternatif bir karşı koyuştu. Çünkü alternatifini üretemediğiniz her şeyin boşluğunu mutlaka iktidar araçları doldurur. Direnişin sürekliliğini sağlamak, alanlarda olmak, tüm demokrasi güçleriyle ortak demokratik talepler etrafında karşı koyuşu örgütlemek, direnen Kürt yoksul emekçilerine yaşatılan vahşetin yaralarını, kolektif yardım direnişiyle sarmak ve bunu örgütlemek hepimizin görevi.
Öte yandan, iktidarın yaşanılanları HDP’ye ve demokratik siyaseti örgütleyen tüm kurumlara fatura etme politikasına düşenler, karşı karşıya olunan savaşın çeperini henüz idrak edememiş olanlardır. Daha sistematik, geniş bir çerçeveden bakmayı başarabilirsek, “köklerini kazıyacağız” diyenleri, geldikleri çöplüğe göndermek zor olmayacaktır.
Eğer bir siyasi bedel ödenecekse, bu bedeli ödemesi gereken siyasi iktidardır. Hesap veren değil, hesap soran bir çizgiyi önümüze koymalıyız. Tüm demokrasi güçleri, hesap veren değil, hesap soran siyaseti hayata geçirmelidir.
Anladıkları dilden yani…