Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Söylem

Hrant Dink Vakfı’nın hazırladığı Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Söylem Raporu’na göre, 2019’da 80 farklı grup hakkında 5 bin 515 nefret söylemi üretildi. Bunlardan 108’inin, birden fazla gruba yönelik, farklı kategorilerde nefret söylemi barındırdığı görüldü. Bu metinlerde, 80 farklı grup hakkında 5 bin 515 adet nefret söylemi içeriği tespit edildi.
Rapora göre, 2019’da Türkiye’de yazılı basında farklı etnik, dinî ve ulusal kimliklere yönelik nefret söylemi içeren 4 bin 364 haber ve köşe yazısı tespit edildi. Raporda; ilk sırada 803 yazıda Ermenilere dönük nefret söylemi yer alırken, Suriyelilere 760, Yunanlara 754, Yahudilere 676 ve Rumlara yönelik ise 603 yazıda nefret söylemi yer aldı.
En çok Ermeniler ve Suriyeliler hedef alındı
Rapora göre incelenen yazılarda nefret söyleminin hedef aldığı grupların başında 803 söylem ile Ermeniler geliyor. Ermeniler Hocalı Katliamı’nı ve 24 Nisan Ermeni Soykırımı’nı Anma Günü’nü konu alan haberlerde ve köşe yazılarında şiddet ve katliamla ilişkilendirilerek düşmanlaştırıldı. PKK ve ASALA ile beraber anılarak terörle özdeşleştirildi. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki anlaşmazlıklara dair haberlerde ve köşe yazılarında hedef gösterildi. ‘Millî Mücadele’ anlatılarında bütün bir toplum olarak şiddetle ilişkilendirildi, ‘düşman’ gruplar ve bireylerin arkasındaki güç olarak yaftalandı. Bakü’nün Azerbaycan topraklarına dâhil edilmesinin yıldönümünü konu alan metinlerde şiddet ve katliamla ilişkilendirilerek düşmanlaştırıldı.
754 söylemle hakkında en çok nefret söylemi oluşturulan üçüncü grup olan Yunanlar ise gerginlikler nedeniyle ‘düşman’ olarak konumlandırıldı. Geçmişte yaşanan olaylara gönderme yapılarak ve Akdeniz’deki doğalgaz ve petrol arama çalışmaları nedeniyle düşmanlaştırıldı. Kıbrıs’la ilgili haber metinleri ve köşe yazılarında Rumlarla beraber Kıbrıslı Türkler için bir tehdit kaynağı olarak gösterildi.
Yunanistan-Türkiye sınırında yaşanan mültecilere yönelik insan hakları ihlallerinden bütün bir toplum olarak sorumlu tutuldu.
Yunanlıların ardından en çok nefret söylemine uğrayan gruplar aşağıdaki grafikte yer alıyor.

En çok nefret söylemi üreten ilk 30 yayın organı da şöyle:
En çok nefret söylemi üreten ilk 30 yayın organı da şöyle:

Hrant Dink Vakfı’nın hazırladığı Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Söylem Raporunu Gazeteci Doğan Ergün ve yazar Akın Olgun değerlendirdi.
“Yönetenler gazetecilik yapılmasını istemiyor”
Hrant Dink Vakfının hazırlamış olduğu rapora baktığımızda nefret söylemi ve ayrımcı söylem üretmeyen gazetenin çok az olduğunu ve Türkiye’deki siyasi atmosferin bu söylem üzerindeki etkisini Doğan Ergün şöyle değerlendiriyor: Üç tespit yazalım: Birincisi, Türkiye’yi yönetenler barış istemiyor. ikincisi, Türkiye’yi yönetenler gazetecilik yapılmasını istemiyor ve üçüncü olarak da Türkiye’yi yönetenler gazetelerin yüzde 90’ını da yönetiyor.” ifadelerini kullanıyor. Bu üç tespitin zaten başlıca sebep olduğu vurgusunun altını çiziyor.
Ergün, Rapora baktığımızda, Ermenilerin, Kürtlerin, Suriyelilerin, Yunanların hedefe konduğunu görüyoruz. Bu tür bir düşmanlaştırma elbette iktidarın bugünkü yönelimiyle uyumlu ancak nefret dilinin yalnızca bu dönemle sınırlı olmadığını da biliyoruz. Türkiye’yi on yıllardır yöneten sağ iktidarlar, içeride ve dışarıda barışın, kurdukları düzene hizmet etmeyeceğinin farkındaydı. Geçmişte, bu genel yönelime karşı söz üretebilen, haber yapabilen gazetecilere yer açılabilmesiydi. Bugün buna dahi tahammül edemeyen bir rejimle karşı karşıyayız. Dahası, sözde muhalif kimi haber kuruluşları dahi bu tür bir savaş politikasına eklemlenmeyi son tahlilde bir “milli duruş” olarak benimsedi. İşin, ilanların kesilmesinden, ceza yemekten duyulan korkular kadar, kültürel-ideolojik iklimin kuraklaşmasıyla ilgili bir boyutu da mevcut.”ifadesini kullandı.

“12 Eylül’cüler amacına ulaştı”
Rapora bakıldığında 12 Eylül fikirlerinin amacına ulaştığını Barış, kardeşlik, özgürlük, eşitlik gibi değerlere açılan savaşın yazı dünyasına ve Gazetecilikte de karşılığını bulduğunu aktarıyor.
Aktarımana devam eden Ergün, “12 Eylül ürünü, araştırmacı-gazeteci-aydın kimliğiyle ilgisi olmayan tipler, gazetelerin tepelerine yerleşti. Bu ortamda, akıntıya karşı kürek çekmenin belki büyük bedelleri var ama yine de mümkün. Mümkün olduğunu kanıtlayan az sayıda gazeteci olduğunu görüyoruz. Onlar yapabiliyorsa, herkes yapabilir demeli ve işimize bakmalıyız. “dedi.
“Birbirine güç veren bir şiddet sarmalının içindeyiz”
Saldırgan ve nefret duygusunu alevlendirebilecek içeriklerin en fazla okunup izlediğini, Sosyal medya çağının ve yine sosyal medyada ana akımı iktidar sahiplerinin de bu dili teşvik ettiği herkesçe kabul görmüş bir gerçeklik olduğunu söyleyen Ergün, Bu haberlerin ve genel olarak içeriklerin etkisi öncelikle şiddetin yeniden üretilmesi oluyor. Makro ölçekte şiddetten beslenen ideolojiler, mikro düzeyde bunun yeniden üretilmesi sayesinde zeminlerini kuvvetlendiriyor. Böylece birbirini destekleyen, birbirine güç veren bir şiddet sarmalının içinde olduğumuzu belirtiyor.
Muhalif eleştirel konumda olan meslektaşlarının bu tuzağı içine girdiğini, dünyanın en basit işi olan şiddet ve nefret dili üretiminin karşısına yine aynı indirgemecilik ve yüzeysellikle çıktığının altını çiziyor.
“Üretilen söylem milyonları etkiliyor”
Ana akım medyada üretilen söylemlerin etkisinin olup olmadığını şu ifadelerle açıklıyor Ergün, “Ana akımın hâlâ belirleyici olup olmadığı tartışması bence faydalı. Üzerine düşünmemiz gerekiyor. Ancak burada da düştüğümüz bir tuzak var. Kendimizi rahat hissettiğimiz odalardan, çevrelerden bakarak bütünü görmekte zorlanıyoruz. Twitter’da takip ettiklerimiz, YouTube’da veya televizyonlarda izlediklerimiz, okuduklarımız, kendimizi ait hissettiğimiz odalar yaratıyor ve o odaları dünyanın kendisi zannetmeye başlıyoruz. Böyle olunca, örneğin A Haber’in, örneğin TRT’nin örneğin Hürriyet’in ya da örneğin Sözcü’nün yarattığı etkiyi küçümsemeye başlıyoruz. Aslında burada üretilen söylem, milyonları etkilemeye devam ediyor. Ve tersinden bizim kısırlaşmamız ve yüzeyselleşmemizde de büyük bir etkileri oluyor. Yani evet, ana akımın bu iklimin oluşmasında halen çok etkili olduğunu düşünüyorum.”
Son olarak Ergün, “Daha önce belirttiğim gibi, sosyal medyanın ve oradaki sahiplik ilişkilerinin de bu tür nefret zeminlerini güçlendirdiği bir gerçek. Sosyal medyadaki fark ise özgürleştirici etkiye de alan açıyor olması. O alanı ne kadar büyütebileceğimiz ise emek, yaratıcılık ve dirayet meselesi…” diyerek değerlendirmesini tamamlıyor.
Yazar Akın Olgun Nefret söylemini ve ayrımcı söylemi devlete hakim olan ideolojiden bağımsız düşünülemeyeceğini eğer düşünülürse var olan nefret söylemini aklamak olacağını söylüyor.
Olgun, “İnkâr, kendisi gibi olmayan, düşünmeyen herkesi “düşman” kategorisine alırken, korku bu kategori içine alınanlara dönük bir nefreti örgütleyip, bulaştırıyor. Tam bu noktada, Adalet Bakanı Mahmut Esad Bozkurt’un, 18 Eylül 1930’da, Ödemiş’te yaptığı konuşmada sarf ettiği sözleri hatırlamakta fayda var. Fayda var çünkü onun ifadeleri, devletin temel ideolojisinin en kaba halini vermektedir bize. “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” “Benim fikrim” dediği aslında, devletin üzerine kurulduğu anlayışı tarif etmektedir. Bu anlayışın, tarihsel dönemeçlerde nasıl kullanışlı bir silaha dönüştürüldüğünü anlamak için ise yakın tarihimize bir göz atmak yeterlidir.” ifadesini kullanıyor.
“Her suç inkâra dayanır”
Olgun, Her ayrımcı söylemin her katliamın toplumsal bir suç ortaklığının sonucu olarak görüyor ve aktarmaya devam ediyor: Ortak olduğu suçun üstünü örtebilecek tek şeyin, devletin üzerinde yükseldiği ideolojiye sıkı sıkıya bağlanmaktan geçtiğini bilmektir bu. Çünkü her suç inkâra dayanır ve korkuya sığınır. Ona ne kadar sarılırsa, o kadar korunur. Nefret dilinin, egemen anlayışla olan bağı, işte böylesi bir suç ortaklığının üzerinde yükselmektedir. Nefret ettirme stratejisinin, toplumsal karşılığını sağlama süreci ise maalesef basın yoluyla hâkim kılınıyor. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler ve bunlara ek olarak Suriyeli göçmenlere dönük nefret dilinin, önce medyada, daha sonra sokaklarda hızla karşılık bulmasının sonuçları ise dünden bugüne hepimizin malumu.

“Nefret söylemi bir şiddettir”
Nefret söyleminin bir şiddet türü olduğunu vurgularken, ideolojik, hem psikolojik, hem de fiziki şiddetin sürekliliğini sağlayan, besleyen, üreten, meşru kılan bir güce sahip olduğunun altını çiziyor.
Olgun, ” “Nefret söylemi”nin aynı zamanda çeperi esnektir ve siyasal krizlerin büyüdüğü dönemlerde, kimi, kimleri hedefine koyacaksa, çeperini ona göre büyütmektedir. Sadece azınlıklara yönelmekle yetinmez bu nedenle. Toplumsal muhalefet nerede yükseliyorsa oraya doğru genişleyip, daralır.” diyor.
“Öfkeyi kendi üzerlerinden uzaklaştırma çabası”
Türkiye’de Nefret söyleminin artmasının en büyük sebebinin ideolojik olduğunu, bu ideolojiyi diri tutmak için “nefret söylemi” olmazsa olmaz bir politika olarak uygulandığını söylüyor.
Olgun, “Ekonomik ve siyasal krizin çok daha fazla görünür hale gelmesiyle açığa çıkan tepkileri, “nefret söylemi” ile azınlıklara, göçmenlere yönelterek, öfkeyi kendi üzerlerinden uzaklaştırma çabası da en önemli etkenlerdendir.” diyor.
“Hepimiz bu kirin parçasıyız”
Bazı ulusal basın kuruluşları kendilerini bağımsız ve eleştirel medya olarak nitelendiriyor fakat haberlerinde ve köşe yazılarında ayrımcı söyleme yer verdiklerini görüyoruz tespitine Olgun, şöyle değerlendiriyor: Çünkü hepimiz bu kirin parçasıyız. Hayatımızın her alanına bulaştırılmış, yedirilmiş, sıradanlaştırılmış ve kendini dile, yazıya yerleştirmiş olduğu gerçeğinden hiç birimiz kaçamayız. Hiç olmadık anda, içimizden dışarıya fırlayan, yazıya, habere, manşete, köşelere yansıyan sözlerin, cümlelerin, kendisine muhalif olarak işaretleyen yerlerden önümüze düşmesi acı bir hakikati veriyor bize. En “aydın” gözükenin bile, söz konusu devlet olduğunda, bir anda “nefret söylemi” üretmesi, önce içimizdeki devleti ortadan kaldırmamız gerektiğini gösteriyor.
Olgun, “Nefret söylemine giydirilen “aydın” kimliği bana sorarsanız en tehlikeli olanıdır. İnsanların şoven duygularını okşayarak, popüler alanın görünen yüzü olma hastalığına yakalanan ve bunun popüler getirisi ile var olan, alkış toplayan her halle yüzleşmek zorundayız. Zorundayız çünkü onlar yazılarıyla evimize giriyorlar, haberleriyle masamıza oturuyor, ağırlanıyor, başköşelere “saygın” olarak yerleşiyorlar. Bunu biliyor ama sesimizi çıkarmıyorsak, bunu biliyor ama “şimdi şey etmeyelim” diyerek kolluyorsak, o cesareti onlara biz veriyoruz demektir.” diyor.
“İktidarlar nefret söyleminden besleniyor”
Nefret söyleminden iktidarların beslediğini ve eğer beslenmeseydi bu kadar ortak dilin olmayacağını söylüyor.
Olgun, “Türkiye tüm krizlerini, nefret söylemi içerisine yerleştirdiği azınlıklar üzerinden aşmayı bir siyasi gelenek haline getirmiştir. Her siyasi krizine bir “iç düşman”, her yönetememe krizine bir “dış düşman” yaratma konusunda profesyonelleşmiş bir devlet politikası var karşımızda. Azınlıkları, Kürtleri, Sol’u krizlerine uygun olarak birer joker “düşman” olarak ortaya atıp, ulusal medya eliyle formüle edilmiş nefret söylemleriyle kitleleri kışkırtmak en bilindik yöntem. Hala tutuyor olması da ayrıca üzerinde konuşulması gereken bir konudur. Sanırım yüzleşmekten korktuğumuz her şey celladımız oluyor.” diyerek sözlerini sonlandırıyor.