Yargının Müebbet Tellallığı

Yargının Müebbet Tellallığı

Bir an olur, sırtınızda kocaman bir yük biner. Bir an olur, yükü taşımanın tüm sorumluluğu sizin üzerinize bırakılır. An olur, herkes kendi yükünü bir başkasına atarak ve yüklediğini suçlayarak aradan sıyrılıp, düzenine döner. Öylece ortada, sırtınıza yüklenmiş olanlarla kala kalırsınız. 
Dün çevrenizde kalabalıklar oluşturanlar, bir anda azalırlar. Bir anda hiç susmayan telefonlarınız çalmamaya başlar ve aradıklarınız ise cevapsıza düşer. Anlarsınız ki, en başta en yakınınızdakiler hakkınızda hüküm yazmıştır. 
Meydan meydan “biliyorsunuz değil mi?” diyerek yuhalatılan isminizin önüne konulan “hain” damgası, üzerinize yönlendirilmiş bir nefret organizasyonuna dönüşür. Tehditler, takipler başlar. Ensenize doğrultulmuş o tehdit, “hain” diye ilişik medyanın nişangâhına yerleştirilmiş olarak yüzünüzü, sevdiklerinizi, yakınlarınızı çevirmeye başlar. Bir pusuya bakar artık hayatınızın elinizden alınması. Artık sanatınız, sözünüz, hayata, insana, doğaya dair tüm düşünceleriniz, nefes alamaz hale gelir. 
“Bir ağacın yaşam hakkını savunmakla başladı her şey” dediğinizde, yüzünüze anlamsızca bakan o tuhaf gözler, derdi anlatmanın ne kadar zor olduğunu hissettirir size. Hep bir öncesini anlatmanız gerektiğini düşünürsünüz. Ağaçtan öncesi ve ondan öncesi ve ondan daha daha öncesi derken kendiniz de kaybolursunuz içinde. Tıpkı ülkeniz gibi. 
Meltem Arıkan, bundan 6 yıl önce yazdığı “mi minör” oyununun, bugün haklarında müebbet isteme nedeni olacağını bilemezdi elbette. 
Türkan Saylan’ı canlandırdığı rolü ile oyunculuk kariyerinde bir basamak daha ilerleyen Pınar Öğün’e, eğer birisi, canlandırdığı karakterin o son günlerinde başına getirilenlerin, atılan manşetlerin, bir gün kendisi için de kurgulanacağını söyleseydi, “deli” diye bakardı muhtemelen. 
M.Ali Alabora’ya, kendisinin meydanlarda, hem de o ülkenin başbakanı tarafından yuhalatılacağı, kitlelere hedef gösterilerek, bizzat devleti yönetenlerce hedefe konulacağını söyleseydi birileri, şaşırmaz ama olabilirlik ihtimalini çok düşük tutardı. 
Evet, hepsi ve daha fazlası oldu. 
“Olmaz” dediğimiz her şeyin olur hala geldiği bir ülke gerçekliğinde, canımızda yanmamış hiçbir yer kalmadı. 
Bir başka ülkeye sürgün olmanın ağır mecburiyeti ve yaşanılanları taşımanın adabı, hayatı yeniden kurmanın, üretmenin ve var olmanın sancıları, ülkesinden çıkmak zorunda kalan binlerce insanın ortak derdi oluverdi ve bu her gün katlanarak daha fazla büyüyor. 
Bir sanatçının, nerede olursa olsun yine sanata tutunarak hayatı var etme duygusu muazzam bir şey gerçekten. Yokluklar, yoksunluklar içinde, bulunduğu toplumun derdi ile hemhal olup, onların yaşadıklarını sanata, edebiyata, müziğe, yazıya dökebilme ısrarı ve onu ortaya çıkarmanın emeği, zahmeti kolay tarif edilecek bir şey değil. 
Kimse ne yaşadığınızı, ne hissettiğinizi, neyle mücadele edip, nelerle boğuştuğunuzu hiçbir zaman sormayacak, sizler de anlatmayacaksınız. Çünkü anlatmanın geride kalanların yaşadıklarına “haksızlık” olduğunu düşüneceksiniz her zaman. İri sözlerden uzak duracaksınız, bilmediğinizden değil, o cümlelerin ve sözlerin hakkını veren, koşturan insanlara ayıp olacağından. 
Kendinizi, yine kendinizle taşımanın ve yaptıklarınızla, üretimlerinizle anılmanın daha hakkaniyetli olduğu duygusunda buluşacak ve bulunduğunuz toplumun dertleri, sorunları ile hemhal olup üretecek ve sadece seyircinin sevgisi, saygısı önünde başınızı eğmenin huzuru ile sonraki güne başlayacaksınız. 
Bazen, yalnız kalmanın ağır yükü acıtacak omuzlarınızı ama o acı asla yalnız bırakanların acısı gibi olmayacak. İlkinde büyük bir huzur, ikincisinde kendini inkâr etmenin derin bir boşluğu… 
“Üzerine düşünülmemiş, sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.” Diyen Sokrates’in sözleri arasında, bulunduğunuz toplumun sorunlarına, eğilmek, sorgulamak, sorgulatmak, yaşamanın anlamını toplumsallaştıran büyük bir katkıdır. Her şeye rağmen var olmak, var etmek çabası tek başına bile büyük iştir. Bir cevaptır tüm yaşananlara aynı zamanda.
M. Ali Alabora’nın yönettiği, Meltem Arıkan’ın yazdığı ve Pınar Öğün’ün sahnede hayat verdiği “Enough is Enough”, Galler’in en yoksul mahallelerinde, en izbe yerlerinde “gezici tiyatro” olarak sahnelere taşındı. 
Daha sonra Londra’lı izleyicisiyle buluştu oyun. Bir İngiliz seyircinin, oyunun yazarına, “Türkiye’de kadınların bu şiddet ile yüz yüze kalmaları ne korkunç” deyişine “evet haklısınız ama bu oyunda anlatılan sizin hikâyeleriniz, İngiltere’de yaşanılanların gerçek hikâyesi” cevabı alması ve yüzleşmesi sanırım, hepimizin haline de bir cevaptı.
Evet, bir yüzleşme çağrısıydı oyun ve sadece başkaları bu sorunları yaşıyor-muş gibi yapmalara, toptan bir cevaptı.
Gezi davası içine yerleştirilmiş isimler, sorumluluk duygularını bulundukları alan içinde taşıyan, tarif eden insanlardan oluşuyor, hepsi bizlerin birer parçası ve “bütün asılsız iddialara cevap vermek onur meselesidir” diyen Avukat Can Atalay’ın sesi, yüzleşmemiz gereken başka bir zorlu bir dönemi işaret ediyor. 
Müebbet tellallığına soyunmuş bir yargının, bu ülkenin aydınlarına, sanatçılarına, ilericilerine biçtiği kefen, eğer hesaplaşılıp, kendisiyle yüzleştirilmezse, bütün ülke müebbete bağlanacak. 
Yaptıkları belgesel yüzünden 7,5 yıl ceza alan Ertuğrul Mavioğlu’nun dediği gibi, “ Ceplerinde hazır tuttukları cezaları bize tebliğ ediyorlar, Türkiye’de yargılama falan yok” 
Ve o “celp” yarın bir başkası için tebliğ edilecek. 
Yaşanılanları “kendi hikâyemiz” değilmiş gibi yaparak, ne kadar kaçabiliriz ki hakikatten?
Davalar, sorgular, gözaltılar, mahkemeler, birer, onar, yüzer derken tuttuğunu dört duvar arasına sürükleyen bu kötülük sarmalı, hepimizi birbirimizde yalnızlaştırmayı başardıkça, gözünü bir başkasının hayatına, ömrüne dikiyor ve gözünü diktiğinin hayatını mahvettikçe haz alıyor.
Ne birbirimizden kaçarak uzaklaşmamız, ne yan yana görünmeyerek yürümemiz, ne de hiçbir şey yok-muş, olmuyor-muş gibi yapmalarımız ise bir çare olmayacak. 
Birbirimize yakın durup, dayanışıp, birbirimize sarılmadıkça, etrafımızda hakikati yüzleştirecek kimseyi de bulamayacağız. 
Belki en kötüsü budur.